Saygıdeğer Okuyucularım,
Bu yazımızda son bir ayın en aktüel konusunu, (İsveç ve Finlandiya’nın NATO’ya kabul edilmesi ve Türkiye’nin tavrı) ele alacağız.
TÜRKİYE'NİN 70 YILDA BİR YAKALADIĞI TARİHİ BİR FIRSAT
Dilerseniz konu ile ilgili tarihin derinliklerine inelim, hafızalarımızı tazeleyelim. Tarihin tekerrürünü izleyelim, acı gerçeklerle yüzleşelim.
Türkiye'nin "milli devlet" mevziinden çıkıp, tam "bağımsız Türkiye" ilkesinden uzaklaşıp, nasıl bir "uydu devlet" olmaya doğru gidişinin öyküsünü hazinle takip edelim.
Yaklaşık 4 aydan bu tarafa devam etmekte olan Türkiye’nin ve tüm dünyanın dikkat kesildiği Ukrayna-Rusya Savaşıyla Finlandiya ve İsveç ülkelerinin NATO’ya girme başvuruları gündeme taşınmış, bu girişime karşı Türkiye haklı olarak bu ülkelerin Türk düşmanı terör örgütlerine (FETÖ - PKK) vermiş olduğu desteklerden duyduğu sıkıntıyı dile getirerek İsveç ve Finlandiya’nın NATO’ya alınmalarını veto ile karşılık vereceğini, kesinlikle onaylamayacağını, Dışişleri Bakanımız Sayın Mevlüt Çavuşoğlu ve Cumhurbaşkanımız Sayın Tayyip Erdoğan kanalıyla deklare etmişti. Erdoğan, bu konuda taviz verilemeyeceğini kararlı bir şekilde defalarca dile getirmişti.
DİZİ DİZİ DİYETLER
NATO’YA GİRMEK DİYET Mİ İSTER?
İsterseniz Türkiye’nin NATO’ya giriş hikâyesini biraz hatırlayalım. 2. Dünya Savaşı sonrası oluşan, denge mücadelesinin temsilcilerinin hâkimiyet mücadelesinde komünist SSCB önderliğinde oluşan Varşova Paktı’na karşı Amerika önderliğinde kurulan Kuzey Atlantik Paktı (NATO)’nın artık bir savaş, bir sömürü alanıdır yaşlı dünyamız....
Türkiye, Siyonizm tarafından oluşturulan bu birlikteliklerin, paktların öncelikle tam ortasında kalmış, bulunduğu jeo-stratejik, jeo-politik konumuyla yapılan gizli anlaşmalar gereği ABD’nin yani batının sömürü alanında düşünülmüştür. Türkiye, 2. Dünya Savaşında tam bir tarafsızlık politikaları uygulayarak savaşa girmeme başarısını göstermiştir. Siyonizm, Türkiye’yi NATO içinde hayal etmektedir. Bunun için Sovyetler Birliği’nin özellikle boğazlar üzerinde hak iddia etmesi ve bu konuda birkaç kez nota vermesi, dönemin idarecilerini endişelendirmiş, mecburen Sovyet tehdidi karşısında NATO’ya giriş başvuruları yapılmıştır.
İlk resmi başvuru Mayıs 1950 yılında CHP Hükümeti zamanında yapılır, İtalya dışında hiçbir ülke destek vermez. 14 Mayıs 1950 seçimlerini kazanan Demokrat Parti’nin ilk yapacağı girişimlerden biri Adnan Menderes ve Celal Bayar önderliğinde NATO’ya katılım çalışmasıdır. DP iktidarının 01 Ağustos 1950 tarihli başvurusu da reddedilir. Ardından Kore Savaşı patlak verir.
NATO’YA GİRİŞ DİYETİ
NATO’ya girmeden evvel 2. Dünya Savaşı sonrası bir süper güç haline gelen ABD ile sıcak ilişkiler içine girilmiş, öncelikle askeri amaçlı “Truman Doktrini” ile 04 Temmuz 1948 ekonomik işbirliği anlaşmaları sonrası başlayan "Marshall Yardımlarıyla" artık Türkiye ABD ile geri dönülmez yola girmiştir. Yani Türkiye ABD’nin yörüngesine girecek, siyasi, askeri, ekonomik ve kültürel politikaları uygulamaya, Mustafa Kemal Atatürk’ün “Tam bağımsızlık” olarak benimsediği ilkesini yavaş yavaş terk etmeye başlayacaktır.
Bu anlaşmaların en korkuncu da nedir biliyor musunuz?
FULBRİGT CİNAYETİ
27 Aralık 1947 tarihinde, İsmet İnönü’nün Cumhurbaşkanlığı döneminde ABD ile ikili anlaşma gereği 8 kişiden oluşan bir eğitim komisyonu kurulmuştur. Bu komisyonun adı “Fulbright Eğitim Komisyonu” dur. 8 üyeden oluşan bu komisyonun 4’ü Amerikalı, 4’ü de Türk’tür. Bu oluşumun vazifesi; Türk Eğitim Sisteminde ilk, orta ve lise’de okuyacak derslerin yani müfredatın programlarını belirlemekti. Bunun manası; Türk Eğitim Sistemi’nin, Amerikalılara teslim ediliyor olmasıydı.
Nasıl mı?
8 kişiden oluşan komisyonda başkan o tarihte Ankara’da bulunan Amerikan büyükelçisi olacaktır. Kısacası komisyonda alınacak kararlarda 4 evet 4 hayır çıkarsa başkanın oyu 2 oy sayılacağından Amerikan hâkimiyetinde bir komisyonun alacağı kararlara çocuklarımızı, gençlerimizi emanet ediyorduk.
Ne yazık ki bu tarihten sonra; Milli Eğitim Sistemimiz 27 Aralık 1947′de imzalanan ve “Fulbright Antlaşması” olarak anılan “Türkiye ve ABD Hükümetleri Arasında Eğitim Komisyonu kurulması hakkındaki anlaşma’nın sonucu olarak, Eğitim Sistemimiz Amerikalı uzmanlar ve CIA tarafından, Amerikan çıkarları doğrultusunda biçimlendirilip yönlendirilecekti.

Günümüzde bazı iddialara göre bu “Fulbright Eğitim Komisyonu” halen görevdedir(.….)
BİTMEYEN DİYETLER
Öyle ki; diyetler bitmez… ABD Dışişleri Bakanı Dulles ile imzalanan ve “Yıkıcı Faaliyetler ve Dolaylı Saldırı” durumlarında Amerika’nın Türkiye’ye müdahale hakkı veren “Ana mukavele” meclise sunulmadan Dışişleri Bakanımız Fatin Rüştü Zorlu’nun imzasıyla yürürlüğe sokulduğu iddialarının da günlerce tartışılması ne kadar vahimdir (!...)

Türkiye’nin NATO’ya başvuruları birkaç kez reddedilir. Aslında NATO yani batı çoktan Türkiye’yi içlerine almayı hedeflemiş, benimsemiştir. Çünkü komünist Sovyetler Birliği bloğuna karşı Türkiye sınır komşusudur. Yani ülkemiz NATO için fevkalade bir koruma duvarı ve kalkanı olarak düşünülmektedir. Dönemin iktidarları, İnönü, sonrası Celal Bayar ve Başbakan Adnan Menderes, Sovyet tehdidi altında olan Türkiye’nin NATO dışında bir sığınağı olmadığı, tek güvencenin Kuzey Atlantik Paktı olduğu düşüncesindedir. Türkiye’nin bu ısrarlı talepleri bilindiği için NATO içinde bazı ülkeler nazlanmakta, ülkemizin NATO’ya alınması konusunda bazı diyetler ödemesi kanaatindedirler.
ANLAMSIZ KORE SAVAŞINA NİYE KATILDIK?

Türkiye’nin ödeyeceği en önemli diyet, 1950 yılında katıldığı Kore Savaşıdır.
O yıllarda komünist Varşova Paktı’nın desteklediği Kuzey Kore ile ABD, NATO’nun desteklediği Güney Kore’nin Savaşı vardır. Bu savaş aslında anlamsız bir savaştır. Aynı milletin, aynı dinin mensupları yani kardeşleri bu emperyal güçler ayrılığa düşürerek parçalamışlar, onları kıyasıya bir savaşın içine sokmuşlardır. Koreli kardeşler savaşırken, memleketleri emperyalist güçlerin emellerine kurban edilmiştir. Aslında her savaşta olduğu gibi bu savaşın da en büyük kazananı silah tüccarları olmuştur. Özellikle ABD’de faaliyetlerini sürdüren Yahudilere ait silah fabrikaları…
Savaş olmalı ki; silah fabrikalarının çarkları dönsün. Bu savaşlarda verilen canlar, akıtılan kanlar, dökülen gözyaşları zalimlerin kasasına dolar olarak girsin. Emperyalizmin tek bir amacı vardır; parçalamak, sömürmek kazanmak... Kore’de de aynı senaryo vardır.

Kore’de devam eden bu savaşa Türkiye’nin bir şekilde müdahil olması istenmektedir. Bunun için 28 Temmuz 1950 yılında ABD silahlı kuvvetler üyesi senatör Cain yaptığı basın toplantısında resmen; “eğer Türkiye Kore’ye asker gönderirse NATO’ya girebilir.” der. Başta Amerika’nın isteği üzerine Menderes hükümeti Kore’ye asker gönderme kararı alır. Gerekçe olarak ta Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararını gösterir.
Ne hazindir ki; Mehmetçiğimiz belki de harita üzerinde yerini dahi bilmediği bir ülkeye, sebebini dahi soramadığı cehennemvari bir savaşa gidecektir. Bu karar mecliste şiddetli tartışmalara sebebiyet verir. İnönü’nün iddiasına göre Menderes hükümeti tarafından meclis kararı olmadan böyle bir yola girilmiştir.

Aslında Kore’de Mehmetçiğimizin bulunmasının hiçbir sebebi yoktur. Hükümet bu olayı “vatan, millet, Sakarya!” edebiyatıyla bir bağımsızlık, bir vatan savunması olarak göstermiş, propagandasını yapmıştır.
Nihayet ordumuzdan bir tugay Kore’ye intikal etmek zorunda kalacaktır.
Tuğgeneral Tahsin Yazıcı komutasındaki 259 subay, 18 askeri memur, 4 sivil memur, 395 astsubay, 4414 erbaş ve er olmak üzere 5090 kişilik 1. Türk tugayı, 17 Eylül 1950'de İskenderun limanından hareket ederek 12 Ekim 1950'de öncü takım Busan limanına ulaşır ve 17 Ekim'de ana birliği de Busan'dan karaya çıkar.
Savaşın başından Temmuz 1953'teki ateşkese kadar geçen sürede toplam 14.936 Türk askeri Kore'de görev alır. Bunların 721'i şehit olur, 175'i kayıp, 234'ü esir düşer ve 2147'si yaralanarak gazi olmuştur. Böylelikle Türkiye yüzde 22'lik zayiat oranına ulaşarak, ABD'nin ardından ikinci sırada en çok zayiat veren ülke olmuştur.
Kore’deki Türk birlikleri “Kunuri ve Kunyangjang-ni” muharebelerinde destanlar yazmış adeta NATO birliklerini kurtaran kahramanlar olmuşlardır. Onun içindir ki; Türk Tugayı “Mümtaz Birlik Nişanı” ve “Liyakat Nişanı” ile ödüllendirilmiştir.

Kore Savaşı bizim için ne bir sınır, ne bir din, ne bir millet, ne bir bağımsızlık savaşı değildir. Ama ne acı ki; NATO’ya girebilme adına ödediğimiz bir diyet! Başta ABD’nin kapatmamızı istediği bir hesaptır. Kayıplarımız için de “Vatan ve İstiklal Şehitleri” oldukları söylenmiş, Türkiye’nin her yanında onlar için mevlidler okutulup, basın aracılığıyla kahramanlık hikâyeleri anlatılarak asıl gerçek gizlenmeye çalışılmıştır.
NATO’ya girişte diğer bir diyeti Fransa için ödemişiz.
NATO’ya girişimize en büyük engellerden birini teşkil eden Fransa’da Cezayir’de sürdürmekte olduğu mezalim ve katliamlara karşı 500 sene beraber yaşadığımız Cezayirli kardeşlerimizin verdiği bağımsızlık mücadelesinde; Türkiye’nin Cezayir’in karşısında olmasını destek vermemesini şart koşmuştur. Bunun sonucunda, Türkiye Cezayir ile ilgili Birleşmiş Miletlerde yapılan her oylamada başlangıçta ABD ile birlikte hep Cezayir aleyhine oy kullanmış, son dönemlerde ise çekimser kalmış, özellikle BM’de Cezayir’in bağımsızlık oylamasında çekimser oy kullanarak ayrı acı bir diyet ödemiştir.

Dünya nazarında böyle bir politika çizen Menderes iktidarının, milyonlarca Müslüman’ı katleden, acımasız, emperyalist politikaları ile Cezayir’i işgal eden Fransa ekseninde politikalar izlemesi yanında, öbür taraftan Cezayirli mücahitlere, bağımsızlık mücadelelerine gizliden gizliye finans yardımı, silah teçhizatı ve benzeri konularda büyük yardımlarda bulunması, milyonlarca mazlumun ahını, günahlarını ne kadar azaltır bilemeyiz(!....)

Saygıdeğer okuyucularım konumuza devam etmek ümidi ile
hoşça kalın.